İletişimin en etkili ya da etkisiz biçimlerinin kitaplarla insanlar arasında gerçekleştiğine inanırım. Bir kitabı alır okumaya başlarsınız ve bir anda bir hayal penceresinden içeriye adımınızı atarsınız. İster bir deniz kenarı, ister bir orman kuytusu, ister bir salon köşesi; bulunduğunuz mekan neresi olursa olsun, kitapla beraber öykünün içine dalar gidersiniz.
Tabii, bu durum her kitap için geçerli değildir. Bazı kitapları okurken, acaba öyküsü nedir, yazar ne demek istedi, diye düşünür durursunuz. Bu tür kitaplarda bir türlü öykünün içine giremez insan. Sanki kitapla mücadele edercesine bir ilişki yaşarsınız. Kitabı bırakmak istersiniz, bırakamazsınız; sayfalar ilerler durur. Bir an gelir, bırakmadığınıza pişman olursunuz. Kitapla aranızdaki iletişim bu şekilde akar gider. Sonunda kitap biter ama siz saatlerce boks maçı yapmış gibi yorgunsunuzdur. Bırakın kitapta ne yazdığını anlamayı, kitaptan tarif edeceğiniz anlamlı bir pasaj bile çıkaramazsınız. Daha da önemlisi, hayatınızın ilerleyen dönemlerinde okuduğunuz kitabın öyküsünü bile hatırlayamazsınız. Bu tür kitaplarda çoğunlukla görülen şudur ki, yazar, öyküyü anlatmak yerine kendisini anlatmak eğilimindedir. Onun için öyküyü anlamamızdan daha önemli olan, kendisinin ne kadar iyi, ne kadar zeki ve ne kadar yaratıcı bir yazar olduğunu anlamamızdır.
Sizi içine alıp götüren diğer kitaplarda ise yazar, sadece öyküyü anlatmaya çalışır. Ağır dil oyunlarına girmez. Ne kadar zeki olduğunu hissettirme ihtiyacı duymaz. Sadece ve sadece hikayesini anlatır. Kahramanları size en yalın dille tanımlar; onların yaşam öykülerini en hızlı şekilde içselleştirmenizi sağlar. Bu yazar türünün derdi öyküsüyledir; kendisiyle değil. Bu nedenle onların yazdığı kitaplar bir çırpıda okunur, anlaşılır ve unutulmaz. Mesela Cengiz Aytmatov’un “Toprak Ana”sı gibi. Yıllar önce okumama rağmen her şeyi hatırlıyorsam, bu benim değil, Aytmatov’un başarısıdır; ve “Toprak Ana”nın benimle kurduğu mükemmel ilişkinin sonucudur.
Aytmatov “Toprak Ana”da, eşini ve üç erkek evladını İkinci Dünya Savaşı’nda kaybeden Tolgonay isimli Kırgız bir ana ve onun evin erkekleri savaşa gittikten sonraki mücadelesini anlatır. Kitabın dili o kadar nettir ki, çok güçlü drama özellikleri taşıyan pasajlar bile altı yedi satırı geçmez. Aşağıda Tolgonay’ın eşi Suvankul’un savaşa ilk giden oğulları Kasım’la yaptığı konuşma gibi:
Suvankul bu defa oğlunun elini tuttu:
- Gözlerimin içine bak oğlum.
Birbirlerinin gözlerinin içine baktılar.
- Anladın mı? dedi Suvankul.
- Anladım baba, dedi Kasım.
- Hadi şimdi git, Allah’a emanet ol.
Yukarıdaki pasaj sadece altı satırdan oluşuyor. Ancak bir baba ve savaşa uğurladığı oğlu arasında yaşanan bütün duyguları gayet net anlatıyor. Dil oyunları yok, zeka gösterisi yok, yazarın kişisel tarihini paragraflara yüklemesi söz konusu bile değil. Sadece, bir savaşın şafağında, baba ve askere giden oğlu arasında yaşanan hazin bir anı anlatıyor. Babanın evladına olan sevgisi ve çaresizliği; evladın da babasına olan saygısı ve onu gizlice rahatlama arzusu var satırlarda.
Aytmatov’un, “Toprak Ana”da bunun gibi pek çok sahnenin ruhunu birkaç satırda gayet net anlattığını görüyoruz. Çünkü Aytmatov mükemmel bir iletişimci. Anlatmak istediği muazzam öyküler var ve bu öyküleri anlatabileceği yerin kitaplar olduğunu biliyor ve o kitapların anlatım dilini en yalın şekliyle kurguluyor. Zaten iletişimcinin iyi bir hikayesi varsa, neden garip dil oyunlarına girsin ki?
Sunumlar izliyorum saatlerce süren.
Sunumlar okuyorum slaytlarca akan.
Bunların büyük bölümü bana pek bir şey ifade etmiyor.
Çünkü anlatım dili karmakarışık. Dinleyenini, okuyanını, izleyenini, özetle hedef kitlesini değil, kendisini düşünüyor. Sanki kendisiyle garip bir mücadele halinde.
Oysa biliyoruz ki, anlatım şekli iletişimin sonucunu belirliyor.
Bu noktada, iletişimcinin vermesi gereken bir karar var:
Kendimi mi anlatacağım, öykümü mü?
Dinleyenlerin ne kadar iyi, zeki ve yaratıcı biri olduğumu anlaması mı önemli, fikrimi satın alması mı?
Ne yazık ki, iletişim işiyle uğraşan pek çok kişi bu noktada tuzağa düşüyor.
https://twitter.com/hakansenbir
http://www.facebook.com/hakan.senbir