İletişim dilimiz giderek karmaşıklaşıyor. Girdiğim pek çok toplantıda onlarca sayfa sunumu anlaşılmaz bir dilde dinlemek zorunda kalıyorum. Ancak galiba biraz da karmaşıklığa teşne bir toplumuz.
Bundan iki yıl kadar önce yaptığım bir sunum sadece on sekiz sayfadan oluşuyordu. Sunumu yirmi dakika içinde bitirdikten sonra kısa bir sessizlik yaşadık. İlk soru “bu kadar mı?” oldu. Ben de ilk cevabımı “sizce eksik bir şey var mı?” diye verdim.
O sunumda her şey yeterince vardı: Hedefler, bu hedeflere gitmek için gereken stratejik gereklilikler yani başarı alanları, bu başarı alanları altında yapılması gerekenler, bunların nasıl yapılacağına dair fikirler, tüm bunların zaman, mekan, bütçe ilişkileri düşünülerek yapılmış bir yıllık planlama tablosu ve en son olarak beklenen temel performans göstergeleri...
Özetle;
Kapak 1 sayfa
Hedefler 1 sayfa
Başarı alanları 1 sayfa
Yapılması gerekenler 7 sayfa
Fikirler 6 sayfa
Planlama tablosu 1 sayfa
Temel performans göstergeleri 1 sayfa olmak üzere,
Bütün sunum sadece toplam on sekiz sayfaydı.
“Mesela hedef kitleyi duymak isterdik” diye gelmişti ikinci soru ama hedef kitle zaten gelen brifte yazıyordu ve ben de tamamen mutabıktım. Çok çalıştığımı göstermek için zaten bilinen bir hedef kitle tanımını bir defa da ben mi tekrarlamalıydım? Ya da 20+ kadınlar dediğim zaman yanına bir kadın görseli, hatta birkaç kadın görseli mi koymalıydım acaba?
Sonunda anlaştık. Strateji onaylandı ve herkes mutlu ayrıldı. Plan yürürlüğe bile kondu ve bugün tıkır tıkır işliyor. Şimdi ne zaman aynı ekiple bir araya gelsek, basitliğin önemini konuşuyoruz. Bu da beni mutlu ediyor.
Strateji planlamacılar bilir. Bu meslekte mambo jambo denen bir hastalık vardır. Allah esirgesin, bir yakalandınız mı, basit bir sunumdan yüz elli sayfa ile zor kurtulursunuz.
Bugün basit düşünmeye her zaman olduğundan daha fazla ihtiyacımız var. Reklam ajansının anlattığı yaratıcı fikri, interaktif ajansın anlattığı oyunu, medya ajansının anlattığı planı anlamayan pek çok marka yöneticisi tanıyorum. Çünkü basit bir dille anlatmıyorlar; kimse de ben anlamadım demiyor. Ama sonunda onaylanmayan ya da sürüncemede kalan şey, işin kendisi oluyor.
Bence bu hastalığın ilacı “Neyi anlatmalıyım?” ve “Anlatacaklarımı en kısa şekilde nasıl anlatabilirim?” sorularının cevaplarını bulmaktan ve cimrilik etmeden “Sunumun içinden neleri atmalıyım?” diye kendimize sormaktan geçiyor.
“Ekler” diye bir yer var. Bazı şeyleri Atilla İlhan’ın yaptığı gibi “meraklısına” diyerek oraya atabilir; asıl duyulması gerekenleri öne alabiliriz. Bunu hem konuşurken, hem de yazarken yaparsak karmaşa uçar gider.