Ülkemizde yaşanan son gelişmeler doğrultusunda yapılan eylemlerin niteliği, ne anlama geldiği konusunda şimdiye kadar bir çok şey yazıldı ve paylaşıldı. Ben de bu yazımda yaşanan bu olayları iletişim perspektifinden değerlendirmek istiyorum. Taksim Gezi Parkı’nda başlayıp tüm Türkiye’de ses bulan bu direniş öyküsü, son yıllarda iletişim konusunda konuştuğumuz yeni açılımları da bizzat yaşayarak görme fırsatı verdi bizlere. Peki iletişim adına neler öğrendik bu süreçte?
Her şeyden önce sosyal medyanın iletişimde ne denli önemli olduğunu, neleri değiştirebileceğini bizzat yaşayarak görme fırsatı bulduk. Yayın yasaklarının, sansürün, sosyal medyanın daha çok kullanılmasına sebep olduğuna tanık olduk. Anında her şeyi, herkese yazan sosyal medya varken, yazmamanın ve yayınlamamanın mümkün olmadığını anladık. Haber alma hakkının sadece sosyal medya ile kullanılmasının da kötü niyetlilere meydan verdiğine şahit olduk. Sosyal medyada her söyleneneni tartmadan, düşünmeden paylaşmanın düşündüğümüzün çok üstünde sıkıntılara yol açabileceğine gördük.
Bütün bu olaylar olurken ne hükümet, ne medya ne de özel firmalar sosyal medyanın nabzını tutamadılar. Sosyal medyayı ve kullanıcılarını doğru 'okuyamadılar’.Bu konuya odaklansalardı, sosyal medya ortamında karşılaştıkları profilin çoğunluğunun herhangi bir siyasi parti ve liderin arkasından gitmeyen, marjinallikle ilgisi olmayan, dünyayı takip eden, şehirli, iyi eğitimli, vicdan ve aklının sesini dinleyen daha çok çevreci, genç insanlar olduklarını görebilirlerdi. Ki bu konuda Bilgi Üniversitesi’nin Gezi Parkı’nda 3000 kişiye yapıp yayınladığı anket de kitlenin aynen bu özelliklere sahip olduğunu bize net olarak gösterdi.
Protestolar ve sonrasındaki gelişmeler, ülkemizde kamu yönetimi ile kamuoyu arasında bir iletişim eksikliği olduğunu da gösterdi bizlere. Özellikle olayların başlangıcında İstanbul Belediyesi, Valilik ve Emniyet Müdürlüğü’nün gerekli iletişim ve diyalog ortamını kurmamalarının ne kadar büyük iletişim kazalarına sebep olduğunu gördük. Tüm bu süreçte 'İletişimin 3 İ'sinin (İstişare, İkna, İttifak) atlanıldığına ve doğru yönetilemeyen iletişim sürecinin nelere mal olduğuna tanıklık ettik hep birlikte.
Direnişlere taraf olan hükümetin, medyanın ve özel sektörün kriz iletişimine hazır olmadığını da gördük. Yapılan protesto ve gösterilerle ilgili açıklama yapmak üzere ilgili kuruluşların hızlı hareket etmemesinin nasıl bir itibar kaybı yarattığını izledik. Yıllarca özenle, güvenle oluşturulan kurumsal itibarın bir-iki günde yok olabileceğine şahit olduk. Yakın zamanda Türkiye’nin en beğenilen firmalarından biri olarak seçilmenin bile itibar kaybetmeyi önleyemediğine tanıklık ettik. Ayrıca itibarı yönetirken liderin attığı her adımın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha fark ettik.
Algıyı yönetirken üslubun önemi bir kez daha ortaya çıktı bu süreçte. Başbakan bir televizyon kanalında yaptığı konuşmada hitap ettiği kitlenin değerleri ve kültürü ile uyumlu konuşmadığı için büyük tepki aldı. Oysa o kadar büyük bir kitlenin algısını yönetmek için onların değerler sistemi ile kesinlikle çatışmaması gerekiyordu.
Ayrıca ülkesinde bu kadar büyük bir kriz varken ve tüm bu olayların muhatabı olarak görülürken arkasını dönerek başka bir ülkeye gitmesi de kamuoyuna “sizi umursamıyorum“ mesajını verdi. Diyaloğu seçmediği için iletişimde ciddi bir stratejik hata yapmış oldu.
Yine bu süreçte gazetecilerin büyük bir kısmının sansür uygulandığı için çalıştıkları gazeteden değil de kendi kişisel sosyal medya adreslerinden haberleri vererek görevlerini yapmaya çalıştıklarına tanık olduk.
Kanaat liderlerinin hala iletişimde mesajları ulaştırmakta çok önemli olduğunu gördük. Protestolarda özellikle sanatçıların katılımı ve açıklamaları halkın sesi oldu.
Toplumun bilinç düzeyinin sanılanın çok üstünde olduğunu, apolitik denen gençlerin dijital ortamda tüm dünyayı takip ederek çağdaş bir görüşe sahip olduklarını, çevre ve özgürlükler konusuna çok önem verdiklerini gördük. Genç neslin çok daha yaratıcı olduğunu ve eylem yaparken eskiden gösteri yapan abilerinden ve ablalarından tamamiyle farklı bir tarzı benimseyerek, eğlenceli bir üslup kullandıklarını izledik. Tüm bu süreçte iletişim dili olarak da müzik, edebiyat ve mizahı kullanarak kendilerini çok güzel ifade ettiler.
Ayrıca artık sadece özel firmaların değil, herkesin Y kuşağını anlamak için çaba sarf etmesi gerektiğini fark ettik. Ellerinde telefonlar, kucaklarında laptoplarla “pasif ve barışçıl direnişi” ve “orantısız zeka kullanımını” benimseyen, “teknolojik devrimi” yaşayan yeni jenerasyonu anlamadan siyaset yapmanın mümkün olmayacağını gördük. Tüm siyasi partilerin Y kuşağının beklentilerini, demokrasi, özgürlük anlayışını, dinlenme, anlaşılma ve saygı duyulma ihtyaçlarını anlayarak hareket etmelerinin bundan sonraki iletişim sürecini yönetmede kendileri için ne kadar önemli olduğu da ortaya çıktı.
Sonuç olarak Türkiye’de ilk defa yaşanan böylesine büyük bir halk hareketinde iletişim adına çıkarılacak bir çok önemli dersler var. Yıllarca iletişim okullarında örnek olay olarak anlatılabilecek bu olayları iyi analiz edip okumak da en çok biz iletişimciler için gerekli...